Bir çırpınıştı küçük eski 5 litrelik su kovasının içinde. Yeni çıkmıştı tuzlu, engin ama bir o kadarda kirli Marmara’nın suyundan. Umuda dair neyi varsa hepsini ağzına takılan kancayla beraber İstanbul‘un tarih kokan deryasına bırakmıştı tıpkı yarınları gibi.
Ah İstanbul, seni anlatmaya çalışsam buna ne benim ömrüm yeter, ne de sen beni anlamaya ve tanımaya meraklanırsın. Sen de haklısın, yirmi milyonluk bir şehrin içinde bir beni mi fark edeceksin.
Ben seni, 5 litrelik eski bir su kabının içinde ağzı delik ve kanlı bir şekilde ömrünün son dakikalarını yaşayan istavrit gibi çırpınırken buldum. Sen şaşkın bakışlarınla beni izlerken insanlığım, sosyalliğim, duygusallığım can çekişmekteydi.
Ben seni, iki yakanı bir araya getiren o muhteşem boğaz köprünün üstünde giden tıkış tıkış belediye otobüsünün içinde terli, stresli, öfkeli, heyecanlı insanların baktığı hayalde buldum. Orada yine bana şaşkın şaşkın bakmaktaydın. Ben senin kartpostallardaki, şiirlerdeki hayalini ararken sen böyle bir geçmişinin olduğunun bile farkında değildin sanki. Ya ben başka bir çehreye bakıyordum ya da sen Alzheimer olmuştun. Anlayacağın iki durumda benim gülümsemem için çok uzaktı.
Seni ilk Yeşilçam’ın siyah beyaz filmlerinde görmüştüm. Sonra renkli televizyonlarda ve en sonunda çok uzun yıllar önce minik gözlerimle hayret ve şaşkınlıkla sana bakmıştım. O dönemler sen; daha yeşil, daha genç, daha alımlı ve daha mutluydun sanki ve o mutluluğu inan bize verebiliyordun. Seninle mutluluğu ilk lise yıllarımda âşık olduğumda tattım.
Kim derdi ki bir akşamüzeri beni gerçekliğinle test edeceğini, kim derdi ki padişahları, sultanları, sanatçıları misafir eden sen İstanbul, dönüp dolaşıp benim ömrümü kıskanıp beni benden almak için zaman tüketeceğini.
Evet, sanki duyuyor gibiyim sesini. Sesinde bir özgüven, havanda bir kasvet var. Sen yaşayan tarihsin ama bir bakıma da sen; ölü bir tarihsin. Sen, içinde yaşayanları değil, öldürdüklerini tarihine geçiren İstanbul’sun. Ama unutma; senden kaçanlarda oldu, mum gibi sönenlerde, sokak sokak mücadele edip umudu, sevdası için ölümsüzleşenlerde oldu.
Ey İstanbul; yoksa sen, senin için ölenlerden, senin için sevdiğini terk edenlerden mi yaşam umudunu almaktasın? Sen ki on binlerce yıldan beri buradasın, milyonlarca insanı koynunda konuk ettin. Kimi bağrına kazma sapladı, kimi seni çıplak görmeye dayanamayıp bir ağaç dikti, kimi seni gece âlemlerin vazgeçilmez bir kadını, kimi seni devrime giden yolda bir umut ışığına sığdırdı, kimi sevdiğine veya doyumsuz benliğine ulaşmak için senden para dilendi, kimi senden ilham almak için gözlerine baka kaldı. Daha nicelerini saysam ne kâğıt kalır yazmaya, ne de ömür yeter seni anlatmaya. Ama hiç mi doymadın aşka, emeğe, kana, kahkahaya, gözyaşına.
Yaşından dolayı saygıda kusur etmek istemem ama ne kadar da çok mezar bıraktın dön bir bak arkana.
Bak artık sende eski İstanbul değilsin tüm yeşilliklerin viran olmuş, sokaklarında gülen değil öfkeli insanlar dolaşmakta, sana dair mahrem yerin bile kalmadı, neredeyse popona bile kazma vurup gökdelenler diktiler. Anlayacağın senin de artık o muhteşem güzelliğin kalmadı. Hâlâ kime yaparsın bu cilveyi ve nazı?
Sakin ve usulca dinlemektesin, sakin ve sabırlı. Gözlerime baktığında pişmanlığın yüzünden belli. Senin için mücadele eden o genç kız ve erkekleri düşlemektesin, değil mi? Daha güzel, daha yeşil, daha mutlu, daha özgür bir İstanbul için mücadele eden gençleri düşünmektesin belli. İnkâr etmen yersiz, ben her kadehi elime aldığımda yağmur tanelerini kendinden intikam alırcasına boşalmaktasın üzerine. Ama onları da sen aldın be İstanbul, onları da sorgusuz sualsiz, hesapsız tarihine gömdün.
Bir tarafında rakı balık ve adalar manzarasında âlemi seyrederken, bir tarafında sıtmalı nöbetlerde daha iki yaşındaki çocuğunu kaybeden ananın dramı da sendeydi. Bir tarafında polis copuyla veya kör kurşunuyla bağrına düşen genç kadında, diğer tarafında geldiği yere dönmemek için ağzı para kokan erkeklere bedenini meze yapanda sendeydi. Bir tarafında seninle hayallere dalıp edebiyat ödülleri alanda sendeydi, bir tarafında dört duvar arasında seni doyasıya hayalinde yaşayan özgür tutsaklarda sendeydi.
Sen ne garip, ne çilekeş, ne halden bilmez, ne gaddar ve zalimsin be İstanbul. Ama bir tarafında o kadar huzur ve mutluluk veriyor ki hiç senden ayrılmaya gücüm kalmıyor. Biraz düşündüm de aslında sen bu yaşadığımız zor ama güzel yaşamın taa kendisiymişsin be İstanbul.
Bak yine iç çektim, yine efkârlandım. Ne zaman iç çeksem kendime düşman kesilirim. Bilirim kendimi kandırdığımı, bilirim senin günahını aldığımı, bilirim senden başka dertleşecek kimsem olmadığını. Bir sen anlarsın bu koca sevdayı, birde deryanda oltaya takılmadan derinlerinde yüzen balık. Adı ister Nemo olsun, ister Memo. Adı farklı kendisi aynı olan milyonlarca “ben” in içinde bir sen varsın hayalimde.
Bilirim seni kirletende, temizleyende benim. Bilirim kendimle hesaplaşacak cesaretim olmadığından sana yüklendiğimi. Bilirim umuda dair ne varsa aslında sen bana kattın. Dosta dost, düşmana düşman diyemediğim için sana sitem etmekteyim.
Bir sabah sevdiğime gitme diyemediğim için, gitmesine izin verdiğim için, gidipte başkasına yar olduğunu bana gösterdiğin için kızmaktayım sana. Bu kadarda nazım olsun sana İstanbul. Çünkü ben sana her baktığımda gitme diyemeyen korkak kendimi görmekteyim. Sende beni her gördüğünde sevmesine rağmen, giden aklına koymuşsa gitmeyi önünde durmaya gerek duymayan bir cengâver görmektesin. Şimdi sorarım sana hangimizin düşündüğü doğru? Dur, hele bir soluklan cevap vermeden önce. Yanlışı, doğruyu hemen ayırt etme, gerçi ayırt etsen neye yarar, sonunda biz yine yalnız ve baş başa kalıyorsak.
Haydi, şerefe İstanbul. Gözlerime bak ve bir şarkı mırıldan, içinde sevdiğim, içinde adalar, içinde küçük bir gecekondu olsun. İçinde gülen insanlar olsun.
Artık tarihini ölenlerden değil senin için, senin içinde yaşayanlardan seç.