Güvenli İlişki Teorisi

Sevilmek istiyoruz. Anlaşılmak istiyoruz. Ama işin ironisi şu: Aynı şeyi isteyen milyonlarca insan, aynı arzunun içinde birbirini paramparça edebiliyor. Bir bakıyorsunuz, “beni terk etme” diye bağıran bir çiftin kavgası, aslında çocukluğunda annesinin yüzünden göremediği o bir damla güvenin yankısı.

John Bowlby yıllar önce “çocuklukta kurduğumuz bağ, yetişkin hayatımızın görünmez iskeletidir” demişti. Mary Ainsworth’un deneylerinde, annesi odadan çıktığında çılgına dönen bebek, bugün partnerinin telefonuna saatlerce cevap vermemesiyle aynı paniği yaşıyor. Çocuk ağlarken neden sakinleşemiyor? Çünkü içinde şu soruyu taşıyor: “Geri dönecek mi?” Ve biz yetişkinler, hâlâ aynı sorunun farklı versiyonlarını fısıldıyoruz: “Beni hâlâ seviyor mu?”

Ama mesele sadece sevgi değil. İçimizdeki duygu çoğu zaman bambaşka: korku, güç arzusu, kıskançlık. Bir bakıyorsunuz “seni çok seviyorum” diyen biri, aynı nefeste partnerinin arkadaşlarını hayatından silmesini istiyor. Ya da ortak tanışıklıklardan biri partnerine biraz fazla ilgi gösterdiğinde, onu o kişilerden uzaklaştırmaya çalışıyor. Yani sevgi diliyle söylenmiş bir kontrol buyruğu: “Başkasının sevgisini hissetmesin ki, beni onunla karşılaştırıp terk etme ihtimali olmasın.” Böylece partnerin yaşamla ve kendisiyle olan tüm bağlarını, kendi tutkusu, bakışı ve kültürel çerçevesi üzerinden organize etme isteği doğuyor. Nietzsche’nin dediği gibi, kıskançlığın altında bile güç istenci var. Aslında “seni seviyorum” derken kast edilen bazen şudur: “Benim ol, sadece benim.” Yalan da buradan doğuyor. Kimse doğrudan “seni zincire vurmak istiyorum” demez. Onun yerine “seni üzmemek için söylemedim” der. Susan Forward’un toksik ilişki analizlerinde gösterdiği gibi, manipülasyon çoğu kez sevgi maskesi takar. Yalan, sevgi bahanesiyle meşrulaşır. Ama her yalan, güvenin altındaki taşı biraz daha çeker. Bunu yaparken partnerin karakterine, bakış açısına ne kadar zarar verdiğini hesaplamaz. Yalnızca partnerin acısını, kendi kurgusal dünyasındaki acı çeken benliğiyle yarıştırır. Sonra iki kişi de gözyaşları, hüzün ve yalnızlıkla yeniden bir araya gelir. Yani birbirlerini özledikleri için değil, kendi yalnızlıklarıyla baş edemedikleri için birleşirler. Daha önce deneyip rahatsız oldukları bir yaşamı, yalnızlığa tercih ederler. Böylece tekrar tekrar başlayan toksik bir ilişki döngüsü doğar.

Aaron Beck bize kıskançlığın çoğu kez irrasyonel düşüncelerden beslendiğini hatırlatır. Bir partnerin göz ucuyla bakışı, zihnimizde “bitti bu iş” sinyali haline gelir. Kahneman’ın anlattığı hızlı düşünce sistemi — Sistem 1 — burada devreye girer. Hızlıdır, emin görünür, ama çoğu zaman yanlıştır. Bir bakışı, bir sessizliği, bir gecikmiş cevabı “terk edildim” diye yorumlarız. Gerçekte terk edilmemişizdir ama zihin kendi felaketini yaratmıştır.

Terk edilmek ne demek?
Yetişkinlikte terk edilmek, çocukluktaki terk edilmekten farklıdır. Çocuk için bu doğrudan hayatta kalma tehdididir. Yetişkinlikte ise ya kabuğuna çekilip kendini mağaraya hapsetmek ya da tam tersi, marjinal tepkilerle sınırlarını zorlamak şeklinde görülür. En uç davranışların altında çoğu kez bir intikam duygusu yatar. Peki intikam kimden alınır, neye hizmet eder?

Lacan’a göre arzu asla tam tatmin edilemez; her sevgi ilişkisi bir “eksiklik” üzerine kuruludur. Terk edilme acısı da tam olarak bu eksikliğin açığa çıkmasıdır. İnsan, aslında partnerinden değil, arzunun doyumsuzluğundan intikam almak ister. Sevdiği kişiyi cezalandırmaya yönelir çünkü kendi içindeki boşluğu dolduramadığını itiraf etmek daha ağırdır.

Hegel’in efendi-köle diyalektiği de bu durumu açıklar. İlişkide taraflardan biri, diğerini kendi varlığının teyidi için “bağlı” tutmak ister. Terk edilmek, bu teyidin reddedilmesidir. Dolayısıyla intikam, yalnızca kaybedilen kişiye değil, “kendini efendi gibi hisseden” benliğin çöküşüne karşı duyulan öfkeye de yönelir.

Psikodinamik açıdan bakıldığında, bu intikam duygusu aslında terk edilme travmasının yeniden sahnelenmesidir. Freud’un “tekrar zorlantısı” dediği şey burada kendini gösterir: insan, çocuklukta yaşadığı kaybı tekrar tekrar canlandırır ama bu kez senaryoyu değiştireceğini sanır. Oysa çoğu zaman yalnızca acıyı yeniden üretir.

Peki bu döngü neden kırılmaz? Çünkü öz-şefkat yoktur. Kristin Neff’in dediği gibi, kendine şefkat göstermeyi bilmeyen insan, başkasına da sağlıklı sevgi veremez. Çocuğuna sürekli “düşme, yapma, sus” diyen bir anne-baba düşünün. O çocuk büyüdüğünde en ufak çatışmada kendini acımasızca suçlayacak, partnerine de aynı acımasızlığı gösterecektir. Tam tersine, hatalara izin veren, düşüşlere şefkatle yaklaşan bir ebeveyn, güvenli bağlanmanın kökünü atar. Böyle bir çocuk ileride “hayır” duyduğunda terk edilmiş hissetmez.

Felsefe bu tabloya daha derin bir katman ekler. Kierkegaard, ilişkilerdeki kaygının aslında özgürlüğün bedeli olduğunu söyler. Partner seçmek, bağlanmak, sorumluluk almak… Hepsi özgürlüğümüzden ödün vermektir. Bu yüzden ilişkilerde kaygı kaçınılmazdır. Kant, partnerimizi asla araç değil, amaç olarak görmemizi salık verir. Yani “benim ol” değil, “kendin ol ve yine de benimle kal” diyebilmeyi. Spinoza, duyguların akılla düzenlenebileceğini iddia eder ama pratikte çoğumuz öfkenin selinde sürükleniriz. Fromm ise sevginin bir duygu değil, öğrenilmesi gereken bir sanat olduğunu hatırlatır.

Filmler bu insanlık hâlini defalarca sahneledi. Marriage Story’de çift hâlâ birbirini sever ama egoları, sevgiden daha baskındır. Normal People’da birbirine deli gibi aşık iki genç, güvensizlikleri yüzünden defalarca birbirini kaybeder. Good Will Hunting’te terapist, “Sen kusurlu olabilirsin ama yine de sevilebilirsin” dediğinde, güvenli bağın ne demek olduğunu özetler. Pixar’ın Inside Out’unda Üzüntü karakteri olmasa Neşe’nin de bir anlamı yoktur; güvenli ilişki de ancak kırılganlığı kabul ettiğinde var olabilir.

Peki biz bu filmleri neden seviyoruz? Belki de kendi yalnızlığımızı başkalarının hikâyesinde görmek hoşumuza gidiyor. Aynı tip filmleri izleyip aynı karakterlere hayran oluyor, aynı karakterlerden nefret ediyoruz. Çünkü ekranda aslında kendimizi izliyoruz. Başkasının kavgasında, kendi ilişki kavgamızın yankısını duyuyoruz.

Şimdi kendimize soralım: Neden aynı arzularla yola çıkıyoruz ama mutsuzluğa varıyoruz? Çünkü bağlanma örüntülerimiz çocuklukta yazılıyor, bizse yetişkinlikte bu kodları sorgulamadan tekrar ediyoruz. Kıskançlıkla, yalanla, kontrolle sevgiyi korumaya çalışıyoruz. Oysa sevgiyi koruyan şey güç değil, güven.

Çözüm kolay değil ama imkânsız da değil: Öz-şefkati öğrenmek, partneri dinlemek, kırılganlığı paylaşmak, yalan yerine şeffaflığı seçmek. Ve en önemlisi, partneri “mülkiyet” değil “özgür bir varlık” olarak görmek.

Fromm’un dediği gibi: “Sevgi bir nesne değil, bir eylemdir.” Ve bu eylem, her gün yeniden öğrenilmek zorunda olan, hiç bitmeyen bir derstir.